Şirk ve tehlikeli sözler
Şirk ve tehlikeli sözler
Âyet-i kerimesi de hakiki imanıbildirmektedir. Bu âyet, (Hakiki imana kavuşun) manasındadır. (Eğero iki sene olmasaydı Numan helak olurdu sözü imam-ı a’zama ait değildir,uydurma bir sözdür. Tasavvuf olmadan da insan evliya olur) deniyor. Tasavvuf düşmanlığı selefiler arasında çok yaygındır.Evliyaya, keramete düşmanlık yaparlar. Bilmeyenin bilmediği şeyleri düşmanlıkyapması yadırganmaz. Atalarımız böyle kimseler için, (Kişi bilmediği şeylerindüşmanıdır) buyurmuşlardır. (Zamansana uymazsa sen zamana uy sözü çok yanlıştır) deniyor\. Anında oyun oynamaya hazır ol ve çevrimiçi kumarhanemizde oyna PinUpbet güncel adres!5@PinUpbethttps://PinUpcasino-tr.com/;PinUpbet\. Halbuki “Zaman sanauymazsa, sen zamana uy” sözü doğrudur.
Abdülhamid devrinin mutlakiyet ortamında yönetimden bağımsız, dinî karakterli yenilikçi bir hareket gelişmemiştir. Bu dönemde ortaya çıkan Jön Türkler’in İslâm’a müracaatı ise ideolojik bir anlayıştan çok bir muhalefet aracı olarak dinin gücünden yararlanmaya yöneliktir. Meşrutiyet’ten sonra daha ziyade Sırât-ı Müstakîm, Beyânülhak gibi dergiler etrafında toplanan aydın grubunun düşüncelerini ifade etmek için kullanılan İslâmcılık kavramı, II. Abdülhamid yönetimine karşı duyulan tepkinin yanı sıra çağdaş medeniyet çizgisine ulaşabilmek ve devleti kurtarabilmek için mutlaka İslâm’a başvurulması gerektiği fikrini içeriyordu. Dünya savaşları ortamında teorik tartışmalarla sınırlı kalan bu akım, Cumhuriyet’le birlikte siyasî varlığını ve etkinliğini kısa sürede kaybetti. İlk dönem Cumhuriyet kadroları arasında İslâmcı aydınların bulunmasına rağmen çok partili hayata geçinceye kadar siyasî ve içtimaî gündemde İslâm yer almadı. Aynı devirde gerçekleştirilen radikal Batılılaşma’ya ve hızlı dönüşümlere karşı oluşan İslâmcı tepkiler de etkili olamadı. İslâm medeniyetinin diğer büyük alanı olan İslâm sanatları da düşünce ve ilim gelenekleriyle bağlantısını daima korumuş, bu sebeple her türlü desen ve stilin uygulanması matematik hesap yahut mühendislik teknikleri uyarınca gerçekleştirilmiştir. Ayrıca tevhid ilkesinin varlık ve oluş planındaki bütün açılımları sanatçının tasavvur ve tahayyül dünyasını şekillendirmiş, onun gerçeklik karşısındaki estetik arayışlarını ilâhî güzellik fikrine yönlendirmiştir (Nasr, Islamic Art and Spirituality, s. 37-63). İslâmî terminolojiye göre güzellik ilâhî bir sıfattır ve onun bu dünyada sayısız yansımaları vardır.
46-Bir Müslümanın dinine, imanına sövmek küfürdür. Kulhakkı bulunan günahlara tevbe ederken bu hakları ödemeli, kılınmamış namazborçlarına tevbe ederken de, bunları kaza etmeye çalışmalıdır. Yüzyılın sonlarına doğru Hindistan’da Diyûbend muhafazakârlığı ile Aligarh modernizmi arasında mutedil bir çizgiyi savunan Nedvetü’l-ulemâ da kayda değer bir harekettir. Ancak Nedvetü’l-ulemâ diğerleri kadar yaygınlaşamamış, sadece kurucuları arasında bulunan Şiblî Nu‘mânî’nin ilmî şahsiyeti ve saygınlığı çevresinde etkili olabilmiştir. Âhiret inancı üç dinde de mevcut olmakla birlikte yahudiler ve hıristiyanlar ebedî kurtuluşu sadece kendilerine hasretmekte (el-Bakara 2/111), bunu kendileri için bir ayrıcalık olarak görmektedirler. Halbuki İslâm, hem bu dünyada hem âhirette mutluluk ve kurtuluş için belli bir ırka mensubiyeti değil Allah’a kulluğu ve ilâhî emirlere uymayı şart koşmaktadır. İleride evliliği düşünmek yapılan şeyleri meşru kılmaz. Nişanlılar birbirine yabancı iki insandır. Ömer (ra), ceza uygulamamış, ancak tövbe etmeyi şart koşmuştur. Ömer (ra) minberde hutbe okurken ashab-ı kiramla istişare amacıyla, devlet başkanı veya hâkimin münkeri bizzat görmesi halinde, şahit aramaksızın ceza uygulayıp uygulayamayacağını sormuş, Hz.
İş başvurularında, bir üst okula girişlerde olduğu gibi. Ancak kopya çekmekle başkasının hakkına zarar dokunulmuyorsa veya onun kopya çekmesi sonucu başkası hakkından olmuyorsa, o takdirde kul hakkına girmez. Kopya tekniklerine çalışacağımız kadar derse çalışsak, aynı neticeyi hakkımızla elde ederiz. Meslek ve okulumuz hakkında söz sahibi olmamızı engeller. Anne baba açısından bakıldığında, çocuğun terbiye olacağı gelişim dönemleri daha farklı bir düzleme oturur. Anne baba ve eğiticiler açısından kaba bir tasnifle ifade edilirse, 0-6 yaş dönemi “telkin,” 7-10 yaş dönemi “teşvik,” yaş dönemi “ikaz,” 14 yaş üzeri üzeri ise “müsamaha dönemi” olarak isimlendirilebilir. Bu dönemde hoşgörü ve müsamaha etken unsurlar olarak öne çıkarılırken, çocukla olan iletişim beden diliyle güçlendirilmeli ve sevgi muhtevalı sözcüklerin albenisi kuşanılmalıdır. Sevgi içerikli kelimeler, güzel sözler, takdir ve iltifat yüklü kelimeler, çocuğun inançla olan bağlarının kavileşmesini sağlarken, çocuğun aileyle olan bağlarını da olumlu olarak etkileyecektir.
Bu ülkeler 1990 yılında tekrar birleşerek Yemen Cumhuriyeti’ni kurdular. Sovyetler Birliği’ndeki Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan müslüman cumhuriyetlerinin bağımsızlığa kavuşmaları ancak 1991 yılında mümkün oldu. Rusya tarafından bağımsızlık hakkı tanınmayan Çeçenistan ise mücadelesini hâlâ sürdürmektedir. Bu dönemde Afrika’daki müslümanların durumunda fazla bir değişiklik olmadı. Mısır’daki İngiliz nüfuzu ve askerî varlığı 1954’e kadar sürdü. 1898’de Sudan üzerinde kurulan Mısır-İngiliz ortak himayesiyle Tunus ve Cezayir’deki Fransız sömürge idareleri devam ederken Libya’da İtalyan işgali vardı. Böylece Afrika’ya büyük ölçüde hâkim olan Avrupalılar zaman zaman ortaya çıkan ayaklanmaları bastırarak hâkimiyetlerini sürdürdüler. Yüzyılın ilk yarısında Güney Asya’daki müslümanlar arasında milliyetçilik ve bağımsızlık hareketleri dikkat çekti. Bu arada Hindistan Müslümanları Birliği kuruldu (1906). Dünya Savaşı’nın ardından dünyanın yeniden şekillenmesi sırasında müslümanlar Hindular’la ortak hareket ettiler.
Bu durum hemen her toplum için geçerli bir olgudur. Âyet ve hadislerde değişik vesilelerle “kardeşler topluluğu” olarak nitelendirilen İslâm toplumunda, elbette ilişkilerin çok sıcak ve kardeşçe olması beklenir. İslam ahlakını gereği gibi yaşamayan kimselerde ortaya çıkan belirgin bir diğer özellik ise ses tonlarıdır. Kendilerini haklı göstermek, karşı tarafı yıldırmak, ikna etmek veya susturup üste çıkmak için bağırarak konuşmaktan çekinmezler. Asla aşırılığa, hakarete, saygısızlığa neden olacak bir tavır, hal, söz ve harekette bulunmazlar. Hak ve hakikati ifade ederken, Allah hakkını ve kul hakkını rencide etmeyecek söz, tavır ve hareketlerle cevap verirler. Hikmetsiz konuşma, kişilerin büyüklenme hissiyle ve karşı taraftan akılca ve bilgice daha üstün olduklarını ispatlama amacıyla kullandıkları üsluplardır.
- Tırnağını kesmediği için değil, sünnete önem vermediği içinküfür olur.
- Bu arada İslâm dünyasının her tarafında yaygın bulunan tasavvufî hareketler de klasik öğretilerinden farklı olarak öncelikle modern dünyanın tehlikelerine karşı ferdin “imanını kurtarma” üzerinde yoğunlaşan örgütlü faaliyetleriyle varlıklarını devam ettirmektedir.
- 14-(Allah insanın binasını hücre tuğlası ile örmüş) demek caiz ise de dememelidir.
- Bundan dolayı annenin helal ve harama çok dikkat etmesi, çocuğu haram ile beslememesi gerekir.
Ancak yapabildiği, onu başkalarına teşekkürden men etmekten ibarettir. O insan da böylece, şükürsüz yer, tefekkürsüz bakar, düşünmeden yaşar. Ve dünyanın işlerinde, dertlerinde yahut zevklerinde boğulur. Bu dünyaya niçin gönderildiğini, vazifesinin ne olduğunu ve nereye gittiğini bir kez olsun hatırından geçirmeden hayvanî bir hayat yaşar ve bu âlemden göçüp gider. Öncelikle İslam, ön yargıların aksine, kadını sadece evde oturan bir ev hanımı, çocuk bakıcısı ve ev işlerini evirip-çeviren bir düzenleyici olarak görmez. Kadını aynı zamanda, nesilleri eğitip şekillendiren bir eğitimci, bir davetin öncüsü ve hayatın çeşitli alanlarında toplumun bilinçlenme ve kalkınmasının temel unsuru olarak kabul etmektedir. Yani kadın, ailenin ve bütün bir toplumun diğer yarısı, diğer unsurudur; hatta en önemli direğidir. Yaratılış itibariyle insanın sureti de güzeldir, sîreti de. Ne bedeninde noksan yahut fazla bir organ vardır, ne de ruhunda gereksiz bir sıfat, bir lâtife, bir his… Organları arasında tam bir uygunluk olduğu gibi, hissiyatı arasında da mükemmel bir âhenk mevcuttur.
Günümüz İslam coğrafyasının pek çok yerinde kadının, İslam’ın öngördüğü yüksek seviyenin altında olmasının temel nedeni, dinlerinden uzaklaşmaları, cahiliye bataklıklarında bocalamaları ve İslam dışı unsurların peşine takılmalarıdır. Eğer Müslümanlar, fikri ve manevi kaynaklarına dönüp, kana kana o kaynaktan içebilseler ve kendilerine asalet ve üstünlük kazandıran hikmetle azıklanabilselerdi, bugünkünden çok daha farklı bir durumda olacaklardı. Konuya bu açıdan bakınca, sorunun cevabının bir kitap hacminde olması gerektiği açıktır. Bir erkeğin yabancı bir kadınla tokalaşması ânında cinsî hislerin ayaklanması halinde, aralarında haramlık bahismevzu olur, sıhriyet akrabalığı meydana gelebilir. Bu bakımdan kadın-erkek münasebetlerinde çok titiz olmak gerekir. Zira böyle lüzumsuz bir tokalaşma yahut el öpme anlarında doğabilecek hissî heyecan, karşı cinse duyulabilecek süflî duygu, haramlığa sebeb olabilir, bu kadının kızı bu kimseye haram hale gelebilir. Böyle şüpheli halden uzak kalmak ise en sıhhatli bir tedbirdir. Mümkün olduğu kadarıyla uzak kalmaya gayret edilmeli, süflî bir his doğduydu, doğmadıydı gibi vesveseye mahal vermemelidir. İmam Gazalî, yemek esnasında -sessizce durmayıp- konuşmanın uygun olduğunu, sofranın bir nevi edebi olarak zikretmiştir.(bk. İhyau’l-ulum, 1/7).
Bunlara göre, Batı’nın topyekün tahakkümüyle karşılaşan İslâm dünyası Batılılar kadar gelişmiş olabilmek için onların sistem ve kurumlarını almış, ancak sonuç beklenenin aksine tahakkümü daha da yaygınlaştırıp İslâm ülkelerini şahsiyetsiz hale getirmiştir. Bu sayede de yılgın ve bezgin halk kitlelerinden karşılık görerek siyasî bir güç haline gelmişlerdir. İslâm ülkelerinin mevcut farklılıklarına rağmen müslümanları bir blok olarak değerlendiren bu yaklaşım, zaman zaman İslâm ülkelerindeki radikal marjinal hareketlerle sosyopolitik hareketleri de aynı kategoride ele almak gibi bir yanılgıya düşmektedir. Hukukun herhangi bir dinin içinde kazanabileceği konuma oranla İslâm dini ve geleneği içinde çok daha özel bir yer kazanmış olması, hukuk kurallarının özel ve kamusal hayatın imarında etkin rol üstlenmiş olduğu anlamına da gelir. Böyle olunca İslâmiyet’in hukuk veçhesini tanıtırken tarihsel bağlamını ve hayata aksediş biçimini göz ardı ederek Kur’an ve Sünnet metinlerini teorik bir çerçevede ön plana çıkarmak geriye doğru doktrin inşası gibi bir yanlışı da beraberinde getirir. Uygulama ve doktrin şeklinde iki ayağı bulunan tarihî tecrübe de aynı ölçüde, fakat nasların hayata yansımasının tek örneği olmadığının da bilincinde olarak önemsenmelidir. Doğulu ve Batılı pek çok araştırmacının İslâm dininin hukuk alanında insanlığa sunduğu katkıdan söz ederken benzeri bir yol izlemesi de bundandır. Esasen hukuk alanındaki dinî hükümlerde akıl üstülük ve ön kabulden ziyade aklîlik, tarihî tecrübe ve sosyal realiteyle olan sıkı bağ ön planda olduğundan bu alan, inanç ve ibadetler sahasındaki hükümlere nisbetle beşerî yoruma ve değişime daha açık durur.